31.08.2009

Peter Travers'in sorusuna cevaben



Gözümden kaçmış, geçen hafta Peter Travers Rolling Stone'daki blogunda son Tarantino filminden hareketle "en sevdiğiniz Tarantino karakteri hangisi?" diye bir soru sormuş. Hatta adaylarını da sıralamış ünlü eleştirmen. Reservoir Dogs'daki hemen tüm karakterleri listeye alırken; Pulp Fiction'dan Vincent Vega ( Travolta ), Jules Winnfield ( Samuel L. Jackson ) ve Mia Wallace'ı ( Uma Thurman ) aday göstermiş. Jackie Brown'dan Max Cherry ( Robert Forster ) ve Jackie Brown ( Pam Grier ); Kill Bill'den The Bride ( Uma Thurman ) ve Bill ( David Carradine ) ve son olarak Death Proof'dan Stuntman Mike. Travers ise Vincent Vega ile Hans Landa ( Christophe Waltz ) arasında kararsız kaldığını söylüyor. Var mı bir favorisi olan? Benimkini merak edenlere hemen söyleyeyim: Mr. Orange.

Yeter artık Sly, bıktık!



Bıktık hakikaten de. Bir Rambo daha görmek, duymak, hatta düşünmek istemiyoruz. Ama Sylvester Stallone durmak bilmiyor ne yazık ki. Son gelen haberlere göre kas yığını "İtalyan aygırı" bir kez daha kamera arkasına ve karşısına geçerek 5. Rambo filmini çekecekmiş. Pazartesi sendromunun da böylesi. Zaten haftaya başlamak zor, şimdi bir de bu haberle başlayın kolaysa. Bu seferki misyonu neymiş Rambo'nun diye merak edenlere hemen söyleyeyim: Meksika - Teksas sınırında küçük bir kızı kurtarmak için uyuşturucu ve insan kaçakçılarıyla savaşacak Vietnam gaziniz.

28.08.2009

Günün Afişi


Bu sefer destekliyorum



Bu sefer desteklediğim, genellikle karşı olduğum bir şey: bir remake. Bildiğiniz gibi Hollywood son yıllarda yeniden çevrimler ve devam filmleri sayesinde ayakta duruyor. Ne var ki bu filmlerin çok büyük bir kısmı da bir şeye benzemiyor. Yine de Rob Zombie'nin hakkını vermek istiyorum. Yıllarca birbirinden kötü devam filmlerini izlemek zorunda kaldığımız Halloween serisine cidden yeniden hayat vermeyi bildi, ki bu bile saygı duyulması gereken bir nokta. Bilmeyenler varsa diye söylüyorum, kendisi yıllarca hard rock yapmış namlı bir müzisyen ve tabii ki Zombie asıl adı değil. Gelelim asıl meselemize; Rob Zombie önümüzdeki aylarda 1958 tarihli kült film The Blob'ın bir yeniden çevrimine başlayacak. Steve McQueen'in kariyerini başlatan film olarak da bilinen The Blob 1988 yılında bir kez daha çevrilmiş ( Kevin Dillon oynamıştı ) ama ilki kadar sükse yapmamıştı. Bu sefer durum farklı olabilir ve sırf Rob Zombie olduğu için bu sefer destekliyorum.

27.08.2009

Dizi içinde dizi



Film içinde film gibi bir şey yani. Bildiğiniz gibi Amerikan televizyonlarının efsane dizilerinden Seinfeld 9 sezon boyunca yayınlanmış ve yayıncı kanalın astronomik tekliflerine rağmen ( bölüm başına Jerry Seinfeld'e teklif ettikleri para 5 milyon Dollar olmuştu ) bıçak gibi kesilmişti. Ardından dizinin yaratıcılarından Larry David kendi dizisine, Curb Your Enthusiasm'a başladı. Dizi bu yıl 7. sezonuna başladı. Ve yıllardan beklenen nihayet gerçekleşti, Seinfeld'in kadrosu Curb Your Enthusiasm'da bir araya geldi. Daha doğrusu yakında geliyor. Sezonun 3. bölümünden itibaren Larry David eski arkadaşlarını bir araya getirmeye çalışacak ve aralıklarla 5 bölüm boyunca bu hikaye devam edecek. Neler olacağını çok açıklamıyorlar ama sağlam reyting beklediklerine şüphe yok.

Spielberg'den korsan filmi



Allah Johnny Depp'den razı olsun, korsanları beyazperdeye geri getirdi. Tabii tek başına Depp'in marifeti değil bu geri dönüş ama bana sorarsanız aslan payı ona ait ( Bruckheimer'a değil ). Uzatmayayım, Steven Spielberg'in de bir korsan filmi çekeceği haberi dolaşıyor ortalıkta şu sıralar. Üstelik, sıkı durun, yazan da Michael Crichton! Crichton ve Spielberg'in gayet verimli bir ortaklığı olmuştu geçmişti hatırlarsanız. Jurassic Park ve Twister ile televizyonda ER, daha ne olsun? Yalnız bu kez iş biraz garip geldi bana. Bir kere bu projenin kaynaklanacağı roman, Pirate Latitudes, Crichton'ın bir asistanı tarafından yazarın bilgisayarlarının birinde bulunmuş. Kasım ayında yayınlanacak bu romanın gerçekten Cricchton'a ait olduğu söyleniyor ama ben pek inandırıcı bulmadım doğrusu. Ne de olsa komplo teorilerine bayılan bir milletiz ama ünlü yazarların ölümünden sonra da, onların adıyla başkaları tarafından yazılan nice roman biliyoruz öte yandan. Gerçi diyeceksiniz ki, "alt tarafı Crichton, Kafka'dan bahsetmiyoruz", haklısınız. Biz filme bakarız ( romanı okumayacağım çok belli oldu sanki ). Bu arada hatırlatalım 2011'de yeni bir Pirates of the Caribbean geliyor. Spielberg'in filminin ise Johnny Depp'in filmine oranla daha gerçekçi olacağı iddia ediliyor. Hadi bakalım.

Günün Megan Fox resmi!



Jennifer's Body'nin İspanyol vizyonu için hazırlanan poster ABD versiyonundan daha iyi olmamış mı sizce de? Fazla söze gerek yok, bakın, karar verin.

Empire'ın bir önerisi var



Diyor ki Empire yazarı Nev Pierce: "Bir kadın yönetmenin Bond filmi çekme vakti gelmedi mi?" Bugüne kadar 22 James Bond filmi çekildi biliyorsunuz ve bunların hepsinde de erkek yönetmenlerin imzası var. 10 farklı yönetmen çekti bu filmleri. Aralarında 5 kez kamera arkasına geçen John Glen en çok Bond filmi yönetem isim oldu. Pierce artık bir değişiklik zamanı geldiğini düşünüyor ve ortaya da ilginç bir isim atıyor: Kathryn Bigelow. Doğrusunu isterseniz Bigelow hiç de fena bir tercih gibi gelmedi bana da. Zaten Pierce'inEmpire blogundaki önerisine gelen yorumların büyük kısmı da Bigelow'u onaylayan cinsten. Olur mu, olur!

26.08.2009

The Beatles: 2 Film Birden



Filmlerden ilki Robert Zemeckis'den. Zemeckis'in Disney ile birlikte ünlü Yellow Submarine'i yeniden hem de 3 boyutlu olarak beyazperdeye aktaracağı haberi bir süredir dolaşıyordu internette. Meraklıları hatırlayacaktır, Robert Zemeckis yönetmenlik kariyerine de adını bir The Beatles şarkısından alan I Wanna Hold Your Hand ile başlamıştı. Yani yönetmenin Beatles merakı yeni değil. Gelelim diğer filme. Henüz yazım aşamasında olan A Day In The Life adlı film The Beatles'ın neredeyse grup elemanları kadar ünlü menajeri Brian Epstein'ın hayatı hakkında olacak. Kim yönetecek, kim oynayacak; ben de henüz bilmiyorum.

Fransız Noir'ına Güney Kore yorumu



Tatil dönüşü Devamlılık Hatası yazılarıma son yıllarda yakından izlemeye çalıştığım Güney Kore sineması'ndan bir haberle başlamak istiyorum. A Tale Of Two Sisters ile adını duyuran Güney Koreli sinemacı Kim Ji-Woon önümüzdeki Ocak ayında ilk uluslararası filmine başlamaya hazırlanıyor. Claude Sautet'nin 1971 tarihli modern noir klasiği Max et les Ferailleurs'ün bir yeniden çevrimine başlamayı planlayan yönetmen henüz oyuncu seçiminin sonuçlanmadığını ama başroldeki detektif karakteri için Clive Owen'ın çok uygun olabileceğini söylemiş. Ayrıca kadın başrol için Sienna Miller ile bir ön görüşme de yapmış Kim Ji-Woon. Fena görünmüyor doğrusu.

18.08.2009

Sherlock Holmes'un ezeli düşmanı Brad Pitt mi?


İlginç bir soru gerçekten de. Biraz açalım. Önümüzdeki aylarda Guy Ritchie'nin çektiği Sherlock Holmes gösterime girecek malumunuz. Filmle ilgili son günlşerde ilginç bir söylenti başladı. Deniyor ki, Sherlock Holmes'un ezeli düşmanı Moriarty'yi filmde Brad Pitt canlandırıyor. Bu söylenti yayıdıkça yayılıyor ama ne yazık ki doğru değil. Sözde, Guy Ritchie işler sarpa sarınca can havliyle eski dostu Brad Pitt'i aramış ve ondan yardım istemiş. Neyse ki Pitt'in de birkaç boş günü varmış da atlayıp uçağa İngiletere'ye gitmiş ve filmde oynamış. Warner Bros. bu haberleri yalanlamakta gecikmedi tabii. Brad Pitt filmde yok, hatta anladığım kadarıyla Moriarty bile yok. Başka bahara kaldı artık.

Sinatra'nın akıbeti ne olacak?


Hemen itiraza başlamayın, ben de biliyorum Frank Sinatra'nın çoktan öldüğünü. Sinatra'nın akıbeti derken kastettiğim Martin Scorsese'nin çekeceği Sinatra biyografisinin durumu elbette. Son gelen haberlere göre Sinatra'nın ailesi ile ( kıza Tina en başta ) Martin Scorsese arasında bir görüş ayrılığı doğmuş. Anladığım kadarıyla Tina Sinatra babasının öncelikle müzik kariyerinin öne çıkarıldığı, övgülerle dolu bir film hayal ediyor. Scorsese'nin kafasında ise Sinatra'nın karanlık yanına dair bir film var. Yani mafya bağlantıları, kadınlar, Vegas hayatı gibi. Elbette Scorsese'nin yolu ( his way ) bizim de daha çok ilgimizi çeken bir filme çıkacak. Bekleyip göreceğiz.

Lincoln yarışını kim kazanacak?


Robert Redford mu, Steven Spielberg mi? Bir süredir Spielberg'in Amerikan tarihinin en önemli tarihi kişiliklerinden Abraham Lincoln hakkında biyografik bir film çekmek istediği biliniyordu. Ama Dreamworks bir türlü harekete geçemedi ve bu arada bir başka isim daha aynı topa girmeye karar verdi. Robert Redford'dan bahsediyoruz. Redford, 16. ABD Başkanı Abraham Lincoln'ü öldüren John Wilkes Booth'un işbirlikçisi Mary Surrat'ın hikayesi üzerinden yaklaşacak konuya. Senaryoyu The Bronx Is Burning adlı mini dizinin senaristi James Solomon yazacak. Başrol oyuncuları henüz belli olmamakla beraber James McAvoy'un ( Atonement ) adı ilk sıralarda geçiyor. Filmin adını söylemeyi unuttum bu arada: The Conspirator.

The Inglorius Bastards



Hayır, hayır, hemen panik olmayın, gördüğünüz afiş Quentin Tarantino'nun son filmi Inglorious Basterds'in yeni bir afişi değil. Koleksiyon yapanlar telaşlanmasın diye söylüyorum, zira bilirim, bu iş biraz manyaklık kategorisine girer, herşeye sahip olmak istersiniz, kaçırmak istemezsiniz. Yukarıdaki afiş 1978 tarihli bir filmin afişi. Zaten dikkat ederseniz, filmin adı az da olsa Tarantino'nunkinden farklı. Entertainmwnt Weekly'nin internet sitesinde Tarantino'nun çok sevdiği 20 film afişi yayınlandı ve bu afiş de o listedeydi. Enzo G. Castellari'nin imzasını taşıyan İtalyan yapımı film yine 2. Dünya Savaşı sırasında geçiyor ve tabii ki Tarantino'nun ucundan etkilendiği yapımlardan biri olarak gösteriliyor.

14.08.2009

Bir haber de Bryan Singer'dan



Christopher McQuarrie'nin hemen üzerine Bryan Singer'dan da bir haber geldi. En son Valkyrie ile karşımıza çıkan Singer şimdi de Battlestar Galactica'nın sinema versiyonu üzerinde çalışıyormuş. Battlestar'ın büyük hayranı olan Singer aslında 2001 yılında diziyi yeniden ekrana taşımak konusunda istekli olduğunu beyaz etmiş ama 11 Eylül falan derken iş kaynamıştı. Bu kez herşey daha mümkün görünüyor. Singer'ın bu iş için 10 milyon Dolar alacağını söyleyenler de var ki bu hakikaten yüksek bir maaş.

Wolverine'in devamı McQuarrie'den



Bryan Singer ve Christopher McQuarrie'nin ilk işbirliği olan Public Access'i çok fazla seyreden olmadı belki ( ki bu filmle Sundance'de ödül aldılar ) ama ikili bir sonraki işleriyle adlarını tümn dünyaya duyurdular. The Usual Suspects'den söz ediyorum elbette. Singer ve McQuarrie'nin yolları daha sonra iki kez daha kesişti ( X-Men ve Valkyrie ) hatırlarsanız. Şİmdi ise Singer'ın başlattığı Rattner'ın devam ettirdiği X-Men serisinin yeni spin'i X-Men Origins: Wolverine'in devam filmi geliyor ve senaryoyu da McQuarrie yazacak. İlk Wolverine çok beğenilmemişti, o yüzden işe McQuarrie'nin el atması iyi olabilir. Bakalım.

Godzilla'ya bir şans daha verin



"Godzilla'ya bir şans daha verin" demem şundan; bir kere ilk Japon yapımı Godzilla'dan bu yana 55 yıl geçti, ki bu da dev canavarı sinema tarihinin en köklü franchise'larından biri yapıyor. Ayrıca en son Emmerich'in çektiği büyük bütçeli filmden ( sonraki Japon yapımı filmleri izleyemedim açıkçası ) hiç memnun kalmayan bizlerin şöyle dört başı mamur bir Godzilla izlemeye hakkı olduğunu düşünüyorum doğrusu. Son olarak, özellikle Japon Godzilla'ları çocukluğunda izleyen bizim kuşaklar bilir ki, iyi günündeki bir Godzilla hem King Kong'a ( inanmayın siz Ishiro Honda'nın filmine ) hem de Mechagodzilla'a bedeldir. Bu arada çekilmesi planlanan yeni Godzilla'ya dair herhangi ayrıntı sızmış değil. Emmerich yok ama, o kesin.

Rock'n roll vampirleri geliyor



Rock'n roll vampirleri dediğim de Alice Cooper, Iggy Pop, Henry Rollins gibi babalar. Vampirlik müessesesine çok uyacak tipler aslında hepsi. Gerçi SUCK'ın asıl hikayesi The Winners adlı sıradan bir grubun bas gitaristinin bir vampirle girdiği münasebet sonucu üne kavuşmaları hakkında ama film boyunca rock'ın babaları da bol bol çıkıyor karşımıza. Buraya tıklarsanız filmin fragmanını da izleyibilirsiniz. Bu arada filmde Moby de var, ki galiba en eğlenceli rol onunki. Bu sefer iyi bir vampir komedisi yakalamış olabilir, inşallah. Malcolm McDowell ( Van Helsing rolünde ), Jessica Paré ve Dave Foley de filmin oyuncuları arasında. Yönetmense komedi kökenli oyuncu ve senarist Rob Stefaniuk.

12.08.2009

David Mamet'den Anne Frank'ın Günlüğü



Bu haberi, yani David Mamet'in Anne Frank'ın Günlüğü'nü beyazperdeye uyarlayacağı haberini duyunca aklıma ilk Amsterdam'da "İşte Anne Frank'ın yaşadığı ev burasıydı" diye gezdiğimiz ev geldi. Anne Frank'ın günlüğünde anlattığı tavanarasına çıkartmıyorlardı kimseyi ve ancak yerleştirdikleri bir ayna sayesinde görebiliyordunuz içeriyi. Herneyse, David Mamet benim sevdiğim tiyatro yazarlarındandır. Senarist ve yönetmen olarak da iyi işlere imza atmıştır. Örneğin The Spanish Prisoner. Sonra Glengarry Glen Ross'a bayılırım. O oyunun neden hala Türkiye'de oynanmadığına da şaşarım. House of Games de fena değildir. Ancak bir sorun var. Mamet özellikle sonu sürprizli, izleyiciyi ters köşede bırakan filmler çektiğinde daha başarılı oluyor sanki. Kadın karakter yaratma da hep bir sorunu var, ki bunu herkes söylüyor galiba. Gerçi Anne Frank bir uyarlama olacak ve malzeme büyük ölçüde belli. Ama yine de... çok oturmadı kafamda.

10.08.2009

Robin Hood uzaya çıkarsa...



Ne demeli bilmiyorum doğrusu. Konu kıtlığı Hollywood'u böyle ilginç noktalara sürükledi anlaşılan. Lazer oklar mı bekliyor bizi acaba? Warner Bros. şu sıralar projenin detayları üzerinde çalışıyor. İşin dümeninde de Kara Şövalye'nin yapımcısı Charles Roven ile 300 Spartalı'nın yapımcısı Craig Flores var. Filmin yönetmeni ise çektiği reklamlarla isim yapan Nicolai Fuglsig olacak. Bu arada bildiğiniz gibi Ridley Scott - Russell Crowe ikilisi de bir Robin Hood filmi üzerinde çalışıyor. Ancak onların ki drama ağırlıklı bir dönem filmi olacak. Diğeriyse fütüristik bir aksiyon. Hatırlarsanız aynı Hollywood 1991 yılında da iki Robin Hood filmini birden vizyona sokmuştu. Yine aynı şey olacak anlaşılan.

9.08.2009

Yeni Barbarella kim olacak?


İkonik imgeler yavaş yavaş yerini yenilerine terk ediyor. Yenilerin ikonik olacağına da kimse ihtimal vermiyor aslında ama, Hollywood yine de eskileri tekrar tekrar pişirip güzellikleri yok etmekten vaz geçmiyor. Acı. Sırada Barbarella var. Jane Fonda'nın sonsuzluğa en çok yakışan imgesi Barbarella'dır bence. Aslına bakarsanız Galaksi'nin Kraliçesi Barbarella'nın bir yeniden çevrimi uzunca bir süredir dolanıyordu stürdyo koridorlarında. Hala da kesin bir yeşil ışık yandığından emin değilim doğrusu. Yine de aldığım haberlere göre Joe Gazzam ile senaryoyu yazması için anlaşılmış. Gazzam önümüzdeki aylarda John Carpenter'ın çekmeye başlayacağı Riot'ın senaristi. Filmi yönetecek ismin ise Robert Luketic ( Legally Blonde, 21 ) olacağı söyleniyor. Peki asıl soruya gelecek olursak, Barbarella kim olacak? İşte orası belli değil. Megan Fox'dan Sienna Miller'a kadar uzun bir liste var kafamda ama eskisinin yerini tutacak mı derseniz, çok zor.

8.08.2009

Günün Filmi: Lost In La Mancha


"Bu filmi seyredemiyorum artık, çünkü ne zaman seyretsem en az bir hafta depresyona giriyorum. Çeken piçlerden de nefret ediyorum. Tam bir projeye başlamak üzere kolları sıvıyorum, ruh halimi ayarlıyorum, birden bu film çıkıyor karşıma ve herşeyi berbat ediyor". Bunlar Terry Gilliam'ın Lost In La Mancha için - biraz da gülerek - söylediği sözler. 10 yıl sonra yeniden çekmeye yeltendiği Don Kişot filminin haberi üzerine Lost In La Mancha'dan söz etmek biraz şart oldu galiba. Hollywood tarihinin ilk "unmaking of" belgeseli ( bunu da DVD'nin arka kapağından arakladım ) olan Lost In La Mancha Keith Fulton ve Louis Pepe tarafından çekildi. Aylar süren bir ön hazırlığın ardından iki hafta gibi kısa bir sürede 32 milyon dolar bütçeli bir filmin nasıl olup da buharlaştığını anlatıyor. Stüdyo diye kiralanan ama ses yalıtımının bile olmadığı bir hangardan ibaret kocaman bir mekandan tutun da filmin çekildiği İspanya'da son yılların belki de en büyük fırtınasının kopmasına kadar birçok aksilik çıkıypr Gilliam'ın karşısına. Bir nevi Don Kişot laneti. Don Kişot'u canlandıran Fransız aktör Jean Rochefort'un çekimlerin başlamasıyla beraber nükseden hastalığı, harici çekimlerin canına okuyan F-16 gürültüleri ve gitgide eriyen bir bütçe, rahatsız yapımcılar, zorlu sigortacılar... Filmi festivalde yakalayanlar yakaladı, ama geri kalanlar için DVD'den aşka bir seçenek yok. Aslına bakarsanız hiç de fena bir DVD'si yok Lost In La Mancha'nın. 2 disklik kutuda bol ekstra var. Kesilmiş sahneler, röportajlar falan derken, Terry Gilliam ile yapılmış 2 uzun söyleşi var ki, evlere şenlik. Bu söyleşilerden birini yapan kişi de yazar Salman Rushdie. Rushdie ve Gilliam alabildiğine eğlenceli bir sohbete girişiyorlar ve ET'den, Harry Potter'a; Borges'den Amerikan gümrük memurlarının ilginç yöntemlerine; Brazil'den Don Kişot'a, daldandala giden müthiş bir şey. Tavsiye edilir.

Don Kişot yeniden, ama Johnny Depp yok


Terry Gilliam Devamlılık Hatası'nın en sevdiği yönetmenlerden biri. Olağanüstü distopik satiri Brazil muhtemelen Gilliam'ın da hala aşamadığı en önemli başyapıtıdır. Hemen bu noktada bir parantez: Brazil'in Criterion'dan çıkan 3 DVD'lik özel seti yıllarca "gelmiş geçmiş en iyi DVD'ler" listesinin üst sıralarında yer almıştır ve her eve lazımdır. Muhakkak alın ve "The Battle Of Brazil" belgeselini seyredin derim. Fisher King ve 12 Monkeys ile popülerliği iyiden iyiye artan Gilliam'ın en belalı filmi ise herhalde 2000 yılında çekimleri yarım kalarak Hollywood tarihine geçen Don Kişot projesi The Man Who Killed Don Quixote olmuştur. Bu konuda Lost In La Mancha adında bir de belgesel çekilmiştir ki, onu da izlemenizde yarar var. Herneyse uzatmayayım, Don Kişot yeniden gündemde nihayet. Ancak bu kez ilk filmde başrolü üstlenen Johnny Depp yok. son 10 yılda yıldızı iyiden iyiye parlayan Johnny Depp çok meşgul bir oyuncu artık ve ne kadar istese de filme zaman ayırabilecek durumda değil. Onun yerine düşünülen isimse, bir dedikodu henüz gerçi ama, Joseph Gordon-Levitt.

Gölgesinden hızlı silah çeken adam - pek yakında



Evet yanılmadınız, Red Kit'ten bahsediyorum. Morris ve Goscinny'nin klasik çizgiromanını daha önce çizgi film formatında ( hem televizyonda hem de sinemada ) çokça izlemiştik. Terrence Hill'in Red Kit'i canlandırdığı iki sinema filmi de çekilmiş ama bu denmeler bana kalırsa çok da başarılı olmamıştı. Gene Hill'in oynadığı televizyon dizisini ise hiç izlemedim. Şimdi 20 milyon Euro bütçesi olan dört başı mamur bir Red Kİt filmi geliyor. Filmin trailer'ını şurada bulabilirsiniz. Filmin yönetmeni James Huth. Red Kit'i ise Fransız komedyen Jean Dujardin canlandırıyor. Ecnebide 21 Ekim'de vizyona çıkacak. Fotoğraftan da görebileceğiniz gibi Red Kit filmde de sigarasız.

7.08.2009

Distopik bir başyapıt daha gelir mi?



Şunun için soruyorum, Blade Runner ile distopik bir başyapıta imza atan Ridley Scott şimdi de Aldous Huxley'in Brave New World'ünü çekmeye soyunmuş. Gerçi Blade Runner'ı aşan bir film çekmediğini düşünüyorum Scott'ın bugüne kadar, ama belli olmaz. Bu arada Scott filmin ortak yapımcısı da olacak. Diğer ortaksa filmde oynaması da çok muhtemel bir isim: Body Of Lies'da Ridley Scott ile birlikte çalışmış olan Leonardo DiCaprio. DiCaprio iyiden iyiye yapımcılığa ısınıyor anlaşılan. Bir diğer Appian ( DiCaprio'nun yapım şirketi ) projesi de Kırmızı Başlıklı Kız'ın gotik bir uyarlaması olacakmış.İlginç işler gelebilir yani.

80 gençliğine hayeller kurduran adam öldü




Sadece hayaller kurdurmakla kalmamıştı John Hughes; çok da eğlendirmişti. Gençliğimdem aklımda kalan en komik filmlerden biridir Ferris Bueller's Day Off. Okulu kırmanın dayanılmaz çekiciliğini harika bir şekilde anlatır. Sonra The Breakfast Club'ı hatırlıyorum. Tek mekanda, küçücük bir kadroyla çektiği filmdeki hemen her oyuncu 80'lerin sinemasında bir yere geldi. Sonrasında unutulmuş olsalar da, 80'ler dendiğinde Molly Ringwald, Ally Sheedy ve tabii ki Judd Nelson hep hatırlanacak oyunculardır. Ve hatırlanmalarının en önemli sebebi de John Hughes'dur. Elbette. Pretty In Pink ile yine aynı yılların gençlik romantizmine büyük katkıda bulunmuştur sonra. Bugünlerde Two And A Half Men adlı dizide oynayan John Cryer'ın unutulmaz bir performansı vardır o filmde. 90'larda Home Alone gibi çok daha fazla gişe yapan işlere yöneldikten sonra ben de Hughes filmi izlemez oldum açıkçası ( Hughes Brothers hariç ). John Hughes'un 59 gibi genç bir yaşta ölmüş olduğunu duyunca kendi gençliğime gittim bir anda. Şunu da fark ettim ki, Hughes tüm o filmleri çektiğinde kendisi de bir hayli gençmiş. Ölüm sebebi de kalp krizi bu arada.

6.08.2009

Damn You Hollywood!



Komik adam şu Peter Travers. "Kim bu Peter Travers?" diyenler için hemen belirteyim, kendisi Rolling Stone dergisinin sinema editörü/eleştirmeni. Damn You Hollywood! başlıklı bir seri başlatmış ve bu serinin ilk videosunu da Rolling Stone'un sitesinde yayınlamış. Dediğine göre Hollywood'da sinirine dokunan şeyleri ifşa edecek. İlk ifşaatı da Transformers 2 saçmalığını izleyiciye yutturan Paramount'un yeni filmi G.I. Joe'yu film eleştirmenlerine izletmemesi üzerine hissettikleri olmuş. http://www.rollingstone.com/videos/player/29546548 adresine girip bir bakın, çok gülebilirsiniz.

Edgar Allen Poe'nun hayatı çekilecek



Filmin adı, bir değişiklik olmazsa, The Raven olacak. Tam bir biyografi demek doğru olmaz film için. Zira yazarın hayatının son günlerinde başından geçen kurgusal bir hikayeyi anlatacak The Raven. V For Vendetta filminin yönetmeni James McTeigue'in çekeceği filmle ilgili fazla bir detay yok ama senaryonun Poe'nun romanlarından ilham alan bir seri katili içerdiğini söyleyebiliriz. Oyuncu seçimi henüz sonuçlanmadığı için bu konuda birşey bilmiyoruz.

Budd Schulberg de göçtü öte dünyaya



Yıllar önce askerliğimi yaparken okumuştum What Makes Sammy Run'ı. Olağanüstü bir roman değildi belki ama iş hayatında Sammy gibilerinin ne kadar çok karşıma çıktığını gördükçe Budd Schulberg'i hep tebessümle andım doğrusu. Üstelik Hollywood'da işlerin nasıl yürüdüğünü son derece etkili gözlemlerle anlatmıştı romanında. Başka da romanını okumadım. Schulberg'in asıl başarısı ise yazdığı senaryolardı bence ( ve herhalde herkesce ). On The Waterfront'u ve A Face In The Crowd'ı yazmıştı. On The Waterfront ile Oscar kazanmıştı. Öte yandan McCarthy'nin Cadı Avı sırasında komite karşısına çıkıp kimilerini ispiyonlamış ve bir takım hayatların kararmasında rol sahibi olmuştu. Bunu hiç tebessümle anmıyorum. 95 yaşında hayata veda etti Schulberg. Günahıyla, sevabıyla derler ya, aynen öyle.

5.08.2009

The Orphanage'a Hollywood eli



Bu haber çok da sevindirici değil tabii. Neden derseniz The Orphanage ( yada orijinal adıyla El Orfanato ) son yıllarda izlediğim en iyi korku filmlerinden biriydi. İnsanın ruhunu sıkan, hatta ağlatan bir film The Orphanage. O anlamda işin psikolojik derinliği çok iyi korunmuş filmde ve ucuz korku trükleriyle kolaya kaçılmamış bence. İspanyol sinemacı Juan Antonio Bayona'nın çektiği ( ve Guillermo Del Toro'nun yapımcılığını üstlendiği ) film hemen her başarılı yabancı korku filmi gibi ( yabancı dediğim Amerikalılar için yabancı, Avrupa ya da Uzakdoğu menşeine sahip örneğin ) derhal Hollywood tarafından rezerve edildi ve yeniden çevrimi için çalışmalar başladı. Şimdi kimin çekeceği de belli olmuş. Del Toro'nun korku sineması çevrelerinden tanıdığı ama adı sanı fazlaca bilinmeyen Larry Fessenden ( 46 ). Fessenden'i seçmekle hem cesur hem de riskli bir hamle yaptığı düşünülüyor Del Toro'nun. En azından işin reklam ya da klip yönetmeni birine gitmediğine sevinebiliriz film adına. Ama sonuç ne olacak, korkuyla bekliyorum.

Hayatı çizgiroman oluyor


Bir bu eksikti, o da oldu. Twilight romanlarının yazarı Stephenie Meyer son yılların en çok satan, en çok para kazanan isimlerinden biri malum. Türkiye dahil olmak üzere çevrildiği ve basıldığı her ülkede Twilight romanlarının dördü birden en çok satanlar listelerinin ilk 10'u içinde genelde. Serinin tamamı da sinemaya aktarılıyor bir yandan. Bütün bunlar yetmezmiş gibi Female Force serisi ünlü yazarın biyografisini hazırladı. Female Force, bilmeyenler için, genellikle politik alanda öne çıkmış Hillary Clinton, Condoleezza Rice, Michelle Obama, Sarah Palin ve Prenses Diana gibi kadınların hayatlarını çizgiroman formatında yayınlayan bir seri. Hatta Oprah Winfrey bile var seriden çıkan hayat öyküleri arasında. Yanılmıyorsam Meyer bu serideki ilk yazar ve biyografisi de Kasım ayında, tam da New Moon'un vizyona çıktığı günlerde satışa sunulacak.

4.08.2009

Matt Damon'ın Bourne özlemi


Aslında biz de özledik Jason Bourne'u. James Bond'a ayağını denk aldırtan becerikli bay Bourne'un maceralarını hiç de fena bulmamıştık. En azından kendi adıma keyif alarak izlediğimi söylemeliyim. Matt Damon da memnunmuş ki anlaşılan, geçenlerde katıldığı bir grup mülakatında durduk yere "Yeni bir Bourne filmi olsa hiç tereddütsüz oynardım" gibisinden bir laf etmiş. Damon'ın Bourne sonrası kariyerine göz attığımızda bu özleminin temellerini görebiliriz sanıyorum. Che ve Youth Without Youth gibi filmlerdeki cameo performanslarını saymazsak Soderbergh imzalı The Informant dışında dişe dokunur bir filmi yok 2 yıldır. Biraz daha böyle giderse çaptan düşmesi an meselesi. Yani acilen bir Bourne çekse ona da yarayacak, bize de. Zaten kimi kaynaklar böyle bir filmin ön hazırlıklarının başladığını ve 2011 yazında vizyona gireceğini söylüyorlar bir süredir. Bu arada Damon'ın son iki Bourne'un yönetmeni Paul Greengrass ile Green Zone adlı bir film çektiğini ve bu filmi Mart ayında gösterime gireceğini de belirtelim.

Funny People ve Judd Apatow'un geleceği



Judd Apatow'un yeni filmi Funny People geçtiğimiz hafta gösterime girdi ve haftanın en iyi gişe hasılatını yaptı. Tabii ki Amerika'dan bahsediyorum. Filmin Türkiye vizyonu 11 Eylül gözüküyor. Funny People'ın başrolünde Adam Sandler var. Sandler gişe beklentisi yüksek bir isim. Aslına bakarsanız Apatow da son yılların "en komik" adamı olarak Hollywood'un yüksek gişe beklediği isimlerden. Filmi de haftanın en yüksek hasılatını yaptı ama beklentileri karşıladığı söylenemez. Topu topu 23 milyon dolarlık bir hasılat elde etmiş Funny People. Adam Sandler'ın son beş yıldaki en kötü performansı. Apatow'un bir önceki filmi Knocked Up ilk haftasında 30 milyon dolar getirmişti. 40 Year Old Virgin ise ilk filmi olmasına rağmen Funny People'a çok yakın bir performans çıkarmıştı. Şimdi eğri oturup doğru konuşalım, son yılların en flaş komedi dehası olarak lanse edilen Judd Apatow'u hiç mi hiç komik bulmuyorum şahsen. Yönettiği üç filme de başından sonuna kadar tahammül edemedim. Hepsi de yetenekli olduğu su götürmez komedyenlerle çalışıyor. Seth Rogen, Will Ferrel, Paul Rudd ve benim favorim Jonah Hill hemen her Apatow filminde ( yazdığı ve yapımcılığını üstlendiği filmleri de katarak söylüyorum ) rastlayabileceğiniz oyuncular. Ama yazdıkları komik gelmiyor bana. İngiliz komedyen Sacha Baron Cohen ya da komediye el attıklarında birinci sınıf iş çıkaran Coen Biraderler ( The Big Lebowski'nin üzerine komedi tanımam örneğin ), hatta bir noktaya kadar Tina Fey ( 30 Rock ) bana çok daha esprili, çok daha zeka dolu geliyor. Hollywood patronları ( böyle bir grup var kafamda ) Apatow'un 2009'un en düşük gişe lideri olan filminden sonra kafa kafaya verip bir değerlendirme yapmışlar ( öyle bir şey yok tabii, basına mülakat vermişler işin doğrusu ) ve yine de onu desteklemeye karar vermişler. Keşke vermeselerdi. Yine de Funny People diğerlerinden bir gömlek üstün olabilir, konu daha iyi gibi duruyor.

FilmEkimi demişken



Bir süredir sezonun en flaş filmleri FilmEkimi'nde çıkıyor karşımıza. Cannes ya da Locarno ( hatta Venedik ) gibi festivallerin ödüllü ya da ses getirmiş yapımlarını üzerinden çok zaman geçmeden izleme fırsatı buluyoruz böylece. Gerçi son bir - iki yıldır Antalya Film Festivali de benzeri bir misyonu üstlenmişti ama ne de olsa orası Antalya burası İstanbul ve bir grup sinema yazarı ve profesyoneli dışında izleyici kitleleri bir hayli farklı. Uzatmayalım, bu yılki FilmEkimi'nde hangi filmleri izleyeceğiz ya da izleyebiliriz diye kafa patlattık ve bazı kesin bilgilerin yanısıra tahmini bir liste oluşturduk. Yani oluşturdum ( başkasını bağlamayalım ). Öncelikle Theo Angelopoulos'un İstanbul Film Festivali'ne getirtilmek istenen ama son anda programdan çıkarılan son filmi The Dust Of Time kesin olarak FilmEkimi'ne gelecek. Ayrıca Cannes'da ödül alan Haneke filmi Das Weisse Band ve çok tartışılan yine ödüllü Lars Von Trier filmi Antichrist çok büyük bir ihtimalle izleyebileceğimiz yapımlar arasında. Patrice Chereau'nun Persecution'u ile Jacques Audiard'ın Un Prophete'i de sürpriz olmayacak gibi görünüyor. Tabii biz Fatih Akın'ın Venedik'te yarışacak olan Soul Kitchen'ını da görmek isteriz ama.. Yanında bir de Herzog ( Bad Lieutenant: Port Of Call New Orleans ) ve Ken Loach ( Looking For Eric ) olsa tadınmaz yenmez ya, göreceğiz bakalım.

Michael Moore'un ilginç kariyer hamlesi



Belgesel sinemanın agresif prensi Michael Moore bir süre belgesel çekmeye ara vereceğini açıklamış. "Artık belgesel çekmek istemiyorum, en azından bir süre" diyor Moore. Üstadın Capitalism: A Love Story adlı yeni filmi önümüzdeki günlerde Toronto ve Venedik festivallerinde gösterilecek. Son ekonomik kriz üzerinden kapitalizmin sağlam bir eleştirisini yaptığı filmi tahmin ediyorum ki FilmEkimi'nde izleyebiliriz diye umuyorum. Ve açıkçası belgeselden uzak bir Moore da düşünemiyorum. Ama bu bencilliği bir kenara bırakacak olursak, Michael Moore "Üzerinde bir süredir çalıştığım iki senaryo var. Biri komedi diğeri esrarengiz bir hikaye. Onları çekmek istiyorum" demiş. Moore'un yeni kariyerini de merakla bekliyorum doğrusu.

Filmi beklerken oyuna takılın



Ben de aynen öyle yapıyorum değerli Devamlılık Hatası takipçileri. Quentin Tarantino'nun 21 Ağustos'ta vizyona çıkacak son filmi Inglorious Basterds'in pek de çocuklara göre olmayan ( nasıl olsun ki, Taratino bu ) oyununu Eli Roth kendi myspace sayfasında halka açmış. Alıyorsunuz elinize bir beysbol sopası ve başlıyorsunuz karşınıza çıkan nazileri tepelemeye. Deşarj için iyi ama sağlam sinir istiyor, ona göre. http://blogs.myspace.com/index.cfm?fuseaction=blog.view&friendId=18674796&blogId=503510497 adresinde sizi bekliyor.

3.08.2009

Kubrick, Foucault'nun Sarkacı'nı yapsaydı...



Hiç fena olmazdı, değil mi? Haberi Empire'dan aldım ve hemen paylaşmak istedim. Stanley Kubrick'in çekmek istediği ama bir türlü hayata geçiremediği ( belki de geçirmek için fırsat kolladığı ) birçok projesi olduğu biliniyor. Bunların bir kısmı ( örneğin Perfume ya da Artificial Intelligence ) öyle ya da böyle yapıldı. Bir kısmıysa hiç başlamadı bile. Örneğin Napoleon projesi. Ya da Kubrick'in çekmeyi hayal ettiği bir porno film. Herneyse, Empire'ın üstünden geçtiği listede beni en çok heyecanlandıran ve "yazık olmuş, fırsat kaçmış" dedirten Umberto Eco'nun Foucault'nun Sarkacı adlı romanının sinema uyarlaması oldu. Rivayete göre Kubrick yazara telefon etmiş ve ulaşamamış. Eco'nun özellikle Gülün Adı'ndan sonra hiçbir romanının sinemaya uyarlanmasını istemediği bilindiğinden Kubrick'in telefonunu ona iletme zahmetine bile katlanmamış birileri. Sonradan durumu öğrenen Eco geri aramış gerçi ama artık herşey için çok geçmiş. Üzücü, ne diyelim.

Günün Filmi: Act Of Violence






Fred Zinnemann'ın çektiği bu klasik film noir 1948 tarihini taşıyor. Zinnemann savaş sonrası dönemin en önemli isimlerinden biri ve bu filmde onun belgesel geçmişinden izler görmek mümkün. Herşeyden önce şunu söyleyelim, bu kez bir femme fatale yok. Daha doğrusu bir zamanlar femme fatale olduğuna kanaat getireceğimiz bir Mary Astor var. Ama o da ikinci derece bir rolde oynuyor. Act Of Violence büyük ölçüde iki adamın üzerine kurulu. Filmin ortalarındaki kısacık bir anı saymazsak ancak finalde karşı karşıya gelen bu iki adam aslında iki eski dost, iki silah arkadaşı. Bir ihanet ve intikam söz konusu Act Of Violence'da. İhaneti sonradan öğreniyor ( özellikle Van Hefflin'in merdivenlerde geçmişi anlattığı sahne müthiş ) ve intikamı adım adım takip ediyoruz. Film noir'lara özgü "karanlık geçmiş" ve o geçmişin avladığı insan motifi çok baskın. Her ikisi de çok önemli Hollywood yıldızları olamayan Van Hefflin ve Robert Ryan ( intikamcıyı oynuyor ) yönetmen Zinneman'ın idaresi altında güçlü performanslar veriyor. Ama belki de, önce ne olup bittiğini anlayamayan, sonra kadere müdahele etmeye çalışan eş rolünde Janet Leigh ( ilk filmlerinden biri ve sadece 22 yaşında o sırada ) filmin en iyisi. Ayrıca Ben Hur'un 3 Oscarlı görüntü yönetmeni Robert Surtees bu filmin de görüntü yönetmeni. Daha ne olsun? Adres tabii ki amazon.com.

Riddick dönüyor



Riddick ile 2000 tarihli Pitch Black filminde tanışmıştık. Film şahsen benim izlediğim en iyi bilim-kurgu gerilim filmlerinden biriydi. Vin Diesel'ın canlandırdığı Riddick karakteri ise anında kültleşti ve onun adını taşıyan yeni bir çevrildi: The Chronicles of Riddick. Her iki film de David Thowy imzasını taşıyordu ama ne yazık ki ikinci film ilkinin başarısına yaklaşamdı bile. Biz de üzüldük ve Riddick'i unutmaya çalıştık haliyle. Tam da unutmuştuk ki Thowy'nin yeni bir Riddick filmi çekmeyi planladığını duyduk. Şimdi bu tam da "sevinelim mi, üzülelim mi bilemiyoruz" tadında bir haber. İlk film gibi bir şey çıkacaksa ortaya tabii ki sevineceğiz, ama yok ikincisi gibi bir şey olacaksa durum belli. Thowy'nin ilk filmi hedeflediğini anlıyoruz bu arada. Neden derseniz "13 yaş için değil de yetişkinlere göre ( PG 13 yerine R kategorisi ) bir film yapmak istiyorum" demiş bir mülakatta. Umalım da öyle olsun.

Yeni bir Mad Max mi dediniz?



Evet. Yani belki. Olabilir de, olmayabilir de. Ortalığı bulandıran Jeremy Renner. Dahmer, The Assasination Of Jesse James... ve The Hurt Locker gibi filmlerden tanıdığımız Renner kendisiyle yapılan bir mülakatta yeni Mad Max'in kendisi olabileceğini söylemiş ve "sanırım gelecek yıl bu iş olacak" demiş. Gelecek yıl çekimler mi başlıyor, yoksa filmin kendisi mi yetişecek, hatta film kesin çekilecek mi gibi sorularınızı bir süre daha saklayın. Bu arada doğruya doğru, George Miller'ın ( önceki Mad Max filmlerinin yönetmeni ) bir süredir dördüncü bir Mad Max çekme niyeti olduğu ( hatta adı bile var: Fury Road ) biliniyordu. Eğer Renner'in dedikleri doğruysa oyuncu seçimi için deneme çekimleri başlamış bile. Tabii yine o klasik soru geliyor akla: bunca yıl sonra yeni bir Mad Max şart mı? Bazı filmler ( özellikle de kült filmler ) çekildiği dönemin ruhunu yansıttığı için başarılı olmuyor mu? Falan filan..

2.08.2009

Spielberg ve görünmez tavşanı


Televizyonun siyah beyaz olduğu yıllarda TRT'nin sık sık yayınladığı filmlerden biriydi Harvey. James Stewart başroldeydi. Ama filmin asıl başrolü kendisinden başka kimsenin görmediği insan boyundaki bir tavşandı. Yani Harvey. 1950 yılında Mary Chase'in aynı adlı oyunundan beyazpedeye uyarlanan Harvey şimdi Steven Spielberg tarafından bir kez daha çekilecek. Senaryoyu Jonathan Tropper yazacak ve film Dreamworks ile 20th Century Fox'un ortak yapımı olacak. Oyuncu kadrosu henüz belirsiz ama benim aklıma ilk gelen isim Tom Hanks oldu doğrusu. Var mı daha iyi bir fikri olan?