3.01.2014

2013'ün en iyileri, bu kez bana göre


Yeni yıla, adet olduğu üzre, bir önceki yılın en çok dikkat çeken filmlerini hatırlayarak giriyorum. Aşağıda göreceğiniz ve 10 filmle sınırladığım listenin geçtiğimiz yıl ülkemizde vizyona giren ve benim izleyebildiklerim i,çinden derlenen bir liste olduğunu hatırlatmak isterim. maalesef çok istediğim halde göremediğim filmler oldu ve onları zaman içinde DVD'den izlemeyi de yeni yıl kararlarım arasına eklemiş bulunmaktayım. Ayrıca festivallerde izlediğim ( ya da festival harici, screenerlarını izlediğim ) kimi filmler için de ayrıca bir değerlendirme yapmak niyetindeyim. Başlayalım bakalım.



1.
Sen Aydınlatırsın Geceyi
Onur Ünlü

2013'ün filmi budur bana sorarsanız. Sadece Türkiye sineması adına değil, dünya sineması adına da eşine az rastlanır bir film olduğunu düşünüyorum ve Onur Ünlü'ye en içten teşekkürlerimi sunuyorum. Yıllardır izlediğimiz süper kahraman filmlerine ait kimi klişeleri alabildiğine yerel bir çerçevede ele alan ve "süper güç" kavramına yeni bir tanım getiren filmde sıradan hayatlar yaşıyor gibi görünseler de her biri farklı bir süper güçle donatılmış kasaba tiplemeleri üzerinden yarı fantastik yarı arabesk bir hikaye anlatıyor Ünlü. Ali Atay'ın olağanüstü oyunculuğunun özellikle altını çizmekle beraber Demet Evgar'ın mümkünse daha zor bir rolün altından takdire şayan bir maharetle kalktığını da belirtmek isterim. Nadir Sarıbacak, Ercan Kesal, Tansu Biçer gibi oyuncuların da ( ki bu isimler son yıllarda "iyi" olarak nitelenebilecek hemen tüm filmlerde karşımıza çıkan isimler olsa gerek ) rol aldığı filmde özel bir takdir de tanınmamayı başaracak denli güçlü bir performans sergileyen Ayşenil Şamlıoğlu'na gidiyor. Senaryo matematiği son derece sağlam çatılmış, kurgusundan kadrajlarına her aşamada incelikle ele alınmış bir film var karşımızda. Siyah beyaz görüntüleri, sınırlı ama çarpıcı müzik kullanımı gibi özellikleriyle de hafızalarımızdan çıkmayan Sen Aydınlatırsın Geceyi tıpkı gönderme yaptığı Shakespeare dizesi gibi şairane bir film kanımızca. Aşkı, tutkuyu, acıyı ve ihaneti ele alışındaki koyu melankolik ton ise filmin herhalde ruhlarımızı en çok dağlayan yanı.



2.
Kutsal Motorlar - Holy Motors
Leos Carax

Önce !f İstanbul'un açılışında, ardından vizyonda gösterilen Kutsal Motorlar uzun bir aranın ardından film çeken Leos Carax'ın formundan hiçbir şey kaybetmediğini hatta mümkünse daha da ustalaştığını gösteriyordu. David Lynch'in düşsel sahnelerinden birini andıran ve Freud'un "Düşler bilinçaltımızın anahtarlarıdır" saptamasına gönderme yapan bir açılış sekansıyla ( ki sigarası ve gözlüğüyle Leos carax'tan başkası değildir bu sahnenin öznesi ) başlayan film büyük ölçüde Carax'ın fetiş aktörü ve alter-egosu Denis Lavant'ın maharetli oyunculuğuyla akıp gidiyor. Her zamanki gibi Alex Oscar adıyla ( hemen her filminde bu adı kullanır malum ve aslında yönetmenin adının bir anagramıdır ) karşımıza çıkan ve film boyunca 12 farklı tipe bürünen Lavant herhalde son 30 yılın kıymeti en bilinmemiş oyuncularından. Onun özellikle -daha önce Tokyo'da Carax'ın segmentinde de canlandırdığı - Monsieur Merde ( Bay Bok ) tiplemesinin sinema tarihinin en tuhaf ve en unutulmaz kişileri arasına gireceğini düşünüyorum. İnanılmaz bir beden plastiği olan Lavant'ın yaşlı ve kambur bir dilenci kadın kılığına girdiği sahneyle, modern dansla bilim-kurgu/aksiyon estetiğinin çarpıcı bir harmanı olan motion capture sevişme sahnesinin başka bir oyuncuyla aynı etkide çekilebileceğini sanmıyorum. Öte yandan kendi eski filmlerinden tutun da, Eyes Without Face gibi sinema klasiklerine birçok filme yaptığı göndermelerle de Leos Carax'ın bir başyapıta imza attığına şüphe yok. Yanlış anlaşılmasın, gönderme yaptığı için değil elbette, bu göndermelerle kendince bir sinema tarihi yazımına giriştiği ve bu öznel tarihle kendi sineması arasında bir köprü kurabildiği için. Chapeau, Monsieur Carax!



3.
Hayat Avcısı - The Imposter
Bart Layton

Frederic Bourdin'in hikayesi tam da "hayat kurmacadan daha tuhaf" cümlesini doğru çıkaracak cinsten bir hikaye ve bu yüzden de bir belgesel olarak sinemaya aktarılması son derece isabetli. Dünyanın en usta yönetmeni dahi olsa bu hikayeyi bir kurmaca olarak daha çarpıcı bir şekilde anlatamazdı herhalde. Filmi izlememiş olanlar için hemen "spoiler" uyarısı yapayım ve yazıyı daha fazla okumadan bir sonraki maddeye geçemelerini tavsiye ederek devam edeyim. ABD'de 13 yaşındayken ortadan kaybolan ve yıllarca bulunamayan Nicolas Barclay'in ailesi günün birinde İspanya'da bir gencin bulunduğu ve bu gencin kendi oğulları olabileceği haberiyle heyecanlanr. İşin doğrusu bulunan genç fiziksel özellikleri itibariyle kendi oğullarına benzememekte ve üstelik doğru dürüst ingilizce bile konuşamamaktadır. Ama Barclay ailesi bulunan gencin kendi oğulları olduğunu kabul eder ve adının daha sonra Frederic Bourdin olduğu anlaşılacak kişiyi evlerine alırlar. Ecnebilerin "the plot thickens" ( "işler çatallanıyor" diye çevrilebilir herhalde ) dediği durum tam da budur işte, zira Bart Layton'ın belgeseli kimi ilginç soruları da getiriyor beraberinde: Barclay ailesi kendi çocukları olmadığı bu kadar aşikar birini neden evlerine aldılar, kendi çocuklarına aslında ne oldu, ailenin gizlediği karanlık bir sır ve hatta bir suç mu var? Film bu sorulara yanıt vermiyor belki ama izleyici kesinlikle şunu merak ediyor: hayatını farklı karakterlere bürünerek geçiren Bourdin'in hikayesi mi daha tuhaf, yoksa tamamen iç ürpertici şüpheler uyandıran kimi karanlık sebepler yüzünden onun hikayesini benimseyen Barclay ailesinin hikayesi mi? Şimdi yazının girişinde söylediklerimi yalanlayacağım belki ama kimlik, varoluş, suç gibi kavramlar etrafında dönen bu filmi ancak Antonioni ya da Herzog gibi biri bu kadar etkileyici bir şekilde anlatabilirdi. Belki. Bu kadarı da henüz ilk sinema filmine imza atan Bart Layton'a yeter herhalde.



4.
Frances Ha
Noah Baumbach

2013'ün aklımda kalan bir diğer filmi de Noah Baumbach ve Greta Gerwig işbirliğinin ürünü olan Frances Ha. Gerwig'in adını özellikle zikrettim, zira filmin başrolünü de üstlenen oyuncu hem senaryoya katkıda bulunmuş, hem de açıkçası Baumbach kadar ( belki de daha fazla ) filmi sahiplenmiş. Her şeyden önce bir kadın filmi bu ve beklendik, alışıldık kadın filmi klişelerinden ırak, bu anlamda yenilikçi ve iddialı bir film. Hele de Hollywood için. Umarım Oscar ödüllerinde hak ettiği görünürlüğü bulur ( En İyi Film, En İyi Yönetmen, En İyi Senaryo ve özellikle de En İyi Kadın Oyuncu dallarında aday gösterilemsi gerekir bence ) diyerek sözlerimi kısa keseyim ve meraklısı için filme dair kritiğime buradan ulaşılabileceğini hatırlatayım.



5.
Tepelerin Ardında - Dupa Dealuri
Cristian Mungiu

2007 yılında Cannes'da Altın Palmiye'yi alan 4 Ay, 3 Hafta, 2 Gün ile dünya sinemasında kendine önemli bir isim edinen Cristian Mungiu bu kez bir manastırda geçen ve inanç meselesini ele aldığı son filmi Tepelerin Ardında ile yılın en iyi işlerinden birine imza attı. Gerçi bu listedeki birçok film gibi bu da aslında 2012 yapımı bir film ama bizde 2013'te ancak vizyona girdi malum. Süresi de bir hayli uzun olan Tepelerin Ardında çok sağlam sinematografisi olan ve ele aldığı meseleyi olanca çarpıklığıyla gözler önüne seren bir yapım. Mungiu'nun bol miktarda deep focus kullandığı ve yer yer tablovari sahnelerin ( ki filme ikonografik ve hatta ikonoklast bir hava veriyor bu ) meydana geldiği film farklı bir coğrafyada ( örneğin ABD'de ) dört başı mamur bir korku filmine de dönüşebilirdi pekala. Öte yandan  Mungiu'nun doğrudan bir taraf tutmadığını ve inanç körlüğünün kendi parçası olduğu coğrafyada cehalet, fakirlik ve türlü yoksunluklarla atbaşı gittiğinin de farkında olduğunu rahatlıkla görebiliyoruz. Ama tüm bunların ötesinde bir şey var ki filmde onu asıl önemli ve unutulmaz kılan şey de bu. Tepelerin Ardında bir aşk filmi. İki genç kız arasında yaşanan ve tarafların farklı uçlara ( ya da yönlere demeli belki ) savrulduğu, unutmanın ihanete denk düştüğü bir aşk öyküsü aslında bu. Bu noktada isterseniz Tanrı aşkıyla bir karşıtlık ya da koşutluk da kurabilirsiniz, çok tuhaf olmaz. Ya da din ve inanç meselelerini, ahlaki baskıların toplumsal hayatla kesiştiği ya da çeliştiği noktaları görüp filmi başka bir düzlemde de okuyabilirsiniz. Mungiu tüm bunları izleyiciye aktaracak ustalıkta bir yönetmen ve Tepelerin Ardında bu yüzden unutulmaz bir film.



6.
Bir Şarkının Peşinde - Searching For Sugar Man
Malik Bendjelloul

Bu yılın en iyileri arasına soktuğum ikinci belgesel olan Bir Şarkının Peşinde ( Searching For Sugar Man ) yine ancak belgesel olarak etkisini koruyabilecek filmlerden. The Imposter için yaptığım spoiler uyarısını burada da yapayım müsaadenizle. Filmin öznesini teşkil eden müzisyen Sixto Rodriguez'in adını ilk kez duyacaklar için çok önemli bir sürpriz var filmde ve bu sürpriz filmin ele aldığı temel meseleleri doğrudan etkilemiyor belki ama seyir keyfi açısından hayati bir değeri var bence. Güney Afrika'da tüm zamanların en çok satan plaklarından biri olan Cold Fact ile 70'li yıllarda küçük çaplı bir efsaneye dönüşen Sixto Rodriguez'in kim olduğunu nedense kimse bilmemektedir. Bu durum müzisyenin hayranlarından Cape Town'lı bir radyo dj'inin kafasını fena halde meşgul eder ve bir araştırma yapmaya başlar. Elinde sadece bir plak vardır ve Rodriguez'in yıllar önce sahnede kendini ateşe vererek yaktığına dair bir şehir efsanesi. Bir arkeolog titizliğiyle başladığı araştırmaya bir müzik yazarı da destek çıkınca ilginç gerçeklere ulaşmaya başlarlar ve Rodriguez'in Amerikan müzik endüstrisinin ikiyizlü çarkları arasında nasıl harcandığına dair akla hayale sığmayacak bir hikaye şekillenir. Bir yandan sıkı bir detektiflik hikayesi gibi ilerleyen film bir yandan da izleyiciye başarı ve başarısızlık gibi kavramlar üzerinden sanatın işlevi, müzisyen/dinleyici ilişkisi, varoluşun öznel ve toplumsal tanımları gibi meseleleri düşündürtüyor. Hayatta seçtiğimiz yollar ile önümüze konan seçenekler arasında nasıl bir alaka var örneğin? Bir müzisyenin sesini duyuramadığı bir ortamda başarısız addedilmesi, öte yandan hiç ummadığı bir yerde sesinin yankı bulmasını nasıl ele almak gerekir? Son kertede gerçekliği bile sorgulatan bir film var önümüzde ve bu da insanların yaşamlarına dokunan bir şey, mesele budur işte.



7.
Yozgat Blues
Mahmut Fazıl Coşkun

İtiraf edeyim Yozgat Blues'u izledikten hemen sonra kendi kendime "Sinemamızın taşraya dair söyleyecek sözü kalmamış" dedim ve bunu da olumsuz bir anlamda yorumladım. Oysa yanılmışım, aradan vakit geçtikçe anlamaya başladım bunu. Şurası bir gerçek gerçi, sahiden de sinemamızın taşraya dair söyleyecek bir lafı kalmamış ama taşra kalmamış ki zaten. Daha doğrusu taşra başka bir şeye dönüşmüş, büyümüş, işgal etmiş. Yozgat'ta geçen ama kente dair doğru dürüst bir planın bile yer almadığı film aslında bu tavrıyla her şeyden önce bunu ileri sürüyor aslında: her yer Yozgat, her yer taşra. Film Yozgat'ta mı geçiyor, İstanbul'un Zeytinburnu semtinde mi, anlamak zor. Farketmiyor da. Bu anlamda karakterlerin taşrayla ilişkisi de önemini yitiriyor ve doğrudan doğruya hayatla olan hesaplaşmaları ön plana çıkıyor. Gerçi bu hesaplaşmanın sonunda da öyle büyük cümleler kurulmuyor, önemli çıkarımlara varılmıyor; sadece hayat nasıl sinsice hep galip geliyor onu görüyoruz. Filmin en akılda kalıcı yanıysa oyunculuk performansları olsa gerek. Joe Dassin'in ölümsüz şarkısı L'Eté Indien'i film boyunca kendine has üslubuyla yorumlayan Ercan Kesal'dan tutun da nereye giderse gitsin sosyal hayatta kendine kendince bir yer bulmayı başaran Ayça Damgacı'ya; happeninglerin efendisi olarak tanıdığımız ama burada pavyon işletmecisi olarak karşımıza çıkan Adnan Tönel'den, pastane köşelerinde kendine eş arayan Tansu Biçer'e kadar unutulmaz karakterlere imza atmış oyuncular var filmde. Ama galiba en çok akılda kalanı iflah olmaz romantik, Ahmet Kaya ile Ahmet Selçuk İlkan arasında gidip gelen ( teşbihlerimi mazur görünüz ) ve girdiği her ortamı kendi meşrebince domine eden radyo dj'i rolündeki Nadir Sarıbacak olsa gerek. Filmin oyunculukları yılın en iyileri arasında muhakkak ama Sarıbacak gerçekten parlıyor, hakkını teslim edelim.



8.
Mavi En Sıcak Renktir - La Vie D'Adele: Chapitres 1 & 2
Abdellatif Kechiche

Tunuslu sinemacı Abdellatif Kechiche 2013'te Cannes Film Festivali'nde Altın Palmiye'ye uzandı ama jürinin tavrından da görüldüğü gibi filmin başarısında neredeyse onun kadar etkili iki kişi daha vardı: filmin başrol oyuncuları Adele Exarchopoulos ve Lea Seydoux. ılın en uzun filmlerinden biri olan Mavi En Sıcak Renktir aslında bir grafik roman uyarlaması ve okuyanların söylediğine göre bir hayli de sadık bir uyarlama ama Kechiche'in neredeyse tamamını yakın planlarla çektiği ve büyük ölçüde Adele'in yüzüne odakladığı film izleyicide hipnotik bir etki yaratıyor ki, bunun romanda böyle olmadığını tahmin etmek zor değil. Aslında ilginç bir şekilde yine bu listede yer alan ve yine uzunluğuyla dikkat çeken Tepelerin Ardında ile bu film arasında bir akrabalık kurmak mümkün. Her iki film de iki genç kadın arasında geçen aşkı anlatıyor ve her iki film de anlatım açısından tavizsiz filmler. Mungiu filmin neredeyse bütününde deep focuslar kullanarak objektif bir anlatıma yönelirken ( ki bu belirli bir mesafe ve soğukluk da sağlıyor ), Kechiche alabildiğine yakın plan çalışarak izleyiciyi karakterlerle yaklaştırıyor, ki iki filmin yolları burada tam olarak ayrılıyor. Ama ilginç bir şey yapıyor Kechiche, filmin uyarlandığı grafik romanın adını da hatırlatırcasına ( Mavi En Sıcak Renktir ). Bilindiği gibi kırmızı sıcak bir renktir ama mavi soğuktur aslında. Mavini sıcaklığı aslında hikayede mavi saçlarıyla karşımıza çıkan Emma'dan geliyor. Öte yandan izleyiciyi karakterlere alabildiğine yaklaştıran yakın planlar hiç de sanıldığı gibi karakterlere ( özellikle de filmin her sahnesinde yer alan Adele'e ) bir sempati duymamızı sağlamıyor ve ilişki soğuk kalıyor. Daha net konuşursak, anlatımı sebebiyle sıcak olması gereken ilişki soğuk kalıyor ve soğuk bir renk olarak tanımlanan mavinin sıcaklığındaki gibi bir zıtlık kurulmuş oluyor. Bunda Adele Exarchopoulos'un oyunculuğunun ( ve oyunculuğu şekillendirdiğini tahmin ettiğimiz Kechiche'in ) da etkisi büyük elbette. Dikkat ederseniz başına gelen olayların ( aşk, cinsellik, ihanet, dışlanma vs ) hemen hiçbirinde Adele'in yüzünden duygularını okumak mümkün değil. İnanılmaz bir disiplin isteyen bu bastırma hali ( ki Emma ile olan büyük kavga sahnesinde biraz kırıldığını görüyoruz bu durumun ) filmdeki soğuk duygunun da en önemli sebeplerinden biri aslında. Cannes'da yönetmenle birlikte oyuncuların da ödüllendirilmesi bu yüzden işte: onlar ( onların teslimiyeti ) olmasaydı bambaşka bir film olabilirdi bu.



9.
Şimdiki Zaman
Belmin Söylemez

Uzunca bir zamandır kısa ve uzun belgeselleri ve kısa kurmaca filmleriyle tanıdığımız Belmin Söylemez ilk uzun metrajlı kurmaca filminde bir kadın hikayesi anlattı ve adını yılın en iyileri arasına yazdırdı. Aslında Şimdiki Zaman kimi yönleriyle akla Frances Ha'yı da getiriyor. Başrollerini Sanem Öge, Şenay Aydın ve Ozan Bilen'in paylaştığı film ele aldığı özneye yaklaşımı açısından Frances  Ha'yı andırıyor ve benzer bir şekilde alışılageldik klişelere sığınmadan kuruyor hikayesini. Bizimki gibi coğrafyalarda kadının yaşadığı sıkıntıların çok daha büyük ölçekli olduğunu ve tüm bunların ne yazık ki çok daha sıradan görüldüğünü düşünürseniz filmin kolaya kaçmayan tavrının aslında ne kadar erdemli bir tavır olduğunu da takdir edersiniz. Evet doğru, bizim ellerde kadın fiziksel şiddetin en acımasızıyla yüzyüzedir ve baskıların en büyüğüne maruz kalmaktadır ama sadece bu değil ki. Kadın şiddet ve baskı görmediğinde dahi varolmak için ciddi bir mücadele vermek zorunda ve hayatı hiçbir zaman dilediği gibi "şimdiki zaman" içinde yaşayamaz. Başkalarına baktığı kahve fallarında hep kendi özlemlerini dile getiren Mina'nın açmazı da buradadır belki: sürekli kurgulayarak şekillendirdiği ve gerçeğe dönüştürmeye çalıştığı geleceğinin her baktığı falla kendisinden biraz daha kaçmasıdır onun dramı. İşte bu anlamda Frances Ha ile zıt noktalara savrulduğunu görüyoruz filmin. Noah baumbach'ın filminde Frances Ha bir şekilde kendi potansiyelini gerçekleştirmenin bir yolunu bulurken, Söylemez'in filminde Mina bunu bir türlü başaramaz. Yıkadığı kahve fincanlarındaki telveler gibi kayıp gider ellerinden zaman. Borges haklıdır belki de, şimdiki zaman diye bir şey yoktur, sadece geçmiş ve gelecek zaman vardır, hatta bazen onlar bile yoktur.



10.
Zafere Hücum - Rush
Ron Howard

Hollywood sistemi içinde çalışan en iyi senaristlerden biri Peter Morgan. Bir kere her ne kadar Hollywood için çalışsa da Britanyalı ve üstelik tiyatro yazarlığı var. Dramatik yapı kurmayı, karakter oluşturmayı ve karakterler arası ilişkileri biçimlendirmeyi çok iyi biliyor. Frost/Nixon, Damned United ve The Queen gibi senaryolarında bunu kanıtlamıştı zaten ve Ron Howard tarafından filme aktarılan son senaryosu zafere Hücum ( Rush ) ile bunu bir kez daha gösterdi. Biyografi ve dönem filmi denince yine akla gelen ilk senaristlerden biri kendisi ve Formula 1'in unutulmaz rekabetlerinden birini anlattığı Rush da tam bu tanımları karşılayan bir film. Açıkçası spor dramaları zordur. Bir kere sporun kendine özgü bir draması vardır ve bunu kurmaca bir eserde vermek, aynı duyguyu yaşatabilmek hemen hemen imkansızdır. O yüzden dikkat edin akıllarda kalan spor dramalarının hemen hepsi geri planda başka bir çekişmeyi de anlatırlar. Doğrusu da budur muhakkak ama örneğin benzer bir hikayeyi anlatan Driven bugün hemen hemen kimse tarafından hatırlanmazken, Niki Lauda ve James Hunt arasındaki dramatik rekabeti anlatan Rush'ın gelecek yıllarda klasik bir spor filmi olarak anılacağına ben şahsen eminim. Birçok yönden tipik bir Hollywood filmi belki hem izleyiciyi mükemmel bir şekilde angaje ediyor hem de basit gibi görünen bir rekabet hikayesi üzerinden önemli cümleler kurup, sağlam sorular sormayı başarıyor. Bugün kaç Hollywood filminden bu tatminle çıkıyorsunuz ki?
 




1 yorum:

  1. Bu sene en iyi belgeseller arasından "The Act of Killing"in adı çok geçiyor... Ama konusunun çarpıcılığını bir tarafa bırakacak olursak, film olarak o derece başarılı olmadığını düşünüyorum. "The Imposter" ve "Searching for Sugar Man" ise gerçekten doyurucu işler...

    YanıtlaSil